Kayıtlar

2023 tarihine ait yayınlar gösteriliyor

keyfimin kahyası

Resim
kirden yağ bağlamış simsiyah paltosu, elinde sigarasıyla durakta bekleyenlere kendi şovunu yapıyor. koca koca otobüslerin önüne kendini atıyor. dur diyor. eliyle işaret ediyor trafik polisiymiş gibi. çık diyor sonra yine eliyle gel işareti yaparak. ayağında çamurla karışmış tokyoya benzer bir ayakkabı. kırmızı bluzu, futbol topundan hallice göbeğini zar zor kapatmış. durakta bekleyen bizlere tek kişilik gösterisini yapıyor. sizi diyor oğlum sayıyla mı verdiler bana? otobüslere mi yoksa şoförlere mi sitem ettiği belli olmadan. don kişot misali durağın önünde, otobüslere teğet dikiliyor. otobüslerin kendisini sıyırırcasına geçmesine aldırmıyor. bir cesaret gösterisinden çok. meydan okuma bu. hayata karşı. kim bilir neyi istedi de vermedi hayat ona da!

pazar

Resim
hafta sonları iki posta da çıkıyorum dışarı. sabahları sadece yürüyorum 4 bazen beş altı bin adım. öğleden sonra da parkta emekli amcalar ve köpekleriyle oturuyorum. günlerim böyle sıradan ve yavan geçiyor.

beklerken

Resim
kahvenin kırk yıl hatrı varmış. çaycıyım ben ezelden beri. dolayısıyla çayın hatrı ben de büyük. heleki böyle şahane çayların hatrı çok daha büyük.. ulvi ve samet ani kararla buluşalım dediler. üsküdar’da fotoğraf peşinde koşup yorulduktan sonra zor oldu benim için. ama başka vakit uyduramadık. bir de mühim haberler var deyince samet, tamam demiş oldum. aslında meraklı kedi değilimdir. ama söz çıktı bir kere ağızdan. tüm yorgunluğuma rağmen üstelik iki saat erken geldim. yazarak okuyarak çay içerek vakit geçiriyorum. gelmelerine yarım saat var daha. her zamanki garsonumuz da ortalıklarda yok. sessiz, tepkisiz kendi halinde türkmen kardeşimiz. sordum çayçıya, bugün okulu varmış ondan yokmuş. sevindim. alışmıştık çünkü. düşündüm. ne çabuk alışıp bir bağ kuruyoruz hemen. yedi kat yabancı da olsa sanki aileden, meclisten biriymiş gibi ilk yok oluşunda önce göz sonra gönül arıyor. hayat tuhaf, alışkanlıklar falan.,

beyaz giyme

Resim
gaye su akyol’un sesi diyorum doktor; bir içim su. bir içim.. gaye su akyol - beyaz giyme .

yorgun savaşçı

Resim
bir denizin karadan çekilmesi gibi geri çekiliyorum insanlardan. en yakınımdan, en uzağıma. dayatmalardan, mecburiyetlerden. çünkü yoruyorlar beni, yoruyorum kendimi. bir cambaz nasıl duruyorsa ipin üstünde dengede. öyle durmak istiyorum ben de hayatta. lakin bu belirsizlikler, bir öyleler bir böyleler fena döndürüyor başımı. bir kamplumbağanın başı gibi yavaş yavaş çekiliyorum kendi içime. herkesin yarası derinde kendine özgü kendine büyük. feridun ağbi haklı. “kimse, kimsenin her şeyi olamaz.” bence de. ilaveten; kimse kimseyi o kimse istemedikten sonra iyileştiremez.   çünkü insanız.  çünkü benciliz.  çünkü melek değiliz hiçbirimiz. masum da! hem ne diyordu emrah serbes paramparça hikayesinin bir yerinde; “trajik hatamız. kendimizle ilgilendik. başka bir şeyle ilgilenmiyoruz artık” evet böyle…

gece, melek ve bizim çocuklar

Resim
lütfi kırdar diyorlar buraya. eğitimci ve araştırmacı bir hastaneymiş. bu gece ama tuhaf. sessiz. karanlık ve hüzünlü bir yaşam var acil ve çevresinde. girenler. çıkanlar. herkes sessizce işini yapıyor. gündüz vakti olan kalabalık, karışıklık ve telaş ve temaşa yok. sanki gece ile gündüz farkını anlatıyor bu hali. herkes kaderine razı biçimde kimi uykulu kimi düşünceli koridorlara dağılmış durumda. hissedilir derece ortama çöken ağır bir hüzün, sözsüz yazısız bir kaderdaşlık anlaşması, teklifsiz yardım yarışı hakim. koridorda yankılanan eyvallah sağolasınlar, geçmiş olsunlar. sonra sağlam insanı hasta eden o ağır ilaç kokusu. kendinden daha kötü olana bakıp içten ve gizlice çekilen şükürler. allah şifa versinler. sağlık gibisi yoklar. ve daha nice temenniler. niyazlar. isyanlar. sessiz çığlıklar. hepsi bir gecede. hepsi bilmem kaç bin metrekarelik alanda. hepsi gerçek. hepsi boş dünyanın yalan tantanası. zengin ve yoksul ayrımın en keskin bıçak yarası. adamı olanlarla adamı olmayanları

eylül

Resim
haftalar sonra yağmur. hissedilir derecede düşen sıcaklık. işte benim eylülüm bu. aslanım benim!

bugün

Resim
tuhaf garip çirkin müşkülpesent sıradan olmayan zor  bir gün.

cevabını bildiğimiz sorular

Resim
hayat mı çok karmaşık canım viktor yoksa onu karışık yapan bizler miyiz? 

meşhur-u müsahhar

Resim
maltepe derler bir yerlerde salaş bir kafedeyim. kavurmalı tostu ve çayı çok güzelmiş. ben arkadaşlarımın yalancısıyım. şimdi işte o arkadaşları bekliyorum. her zamanki gibi kırk dakika önceden mekana konuşlandım.  beklerken haftalık keşifteki spotify müziklerini dinliyorum. ve yeni aldığım “elden düşme dünya”yı okumaya çalışıyorum. yanıma gelen kırmızı tişörtlü, köse garsona; birazdan arkadaşlar gelecek, şimdilik bir çay alayım dedim. hiç bir şey demeden, hiç bir mimik göstermeden kurulmuş bir robot gibi ayrıldı garson. üç dakika sonra son derece demli ve güzel görünen çayla geldi. hemen bir yudum aldım. damağımdan önce hafızam hayyam çay evi’nin ve petek pastanesinin çaylarıyla hızlı bir kıyaslama yaptı. yeni yerlere, yeni insanlara geç ısınan bir ademoğlu olarak yeni tatlara ısınmam da çok kolay olmaz istisnalar dışında. peki bu çay istisna olabilir miydi? sanırım buna ikinci çaydan sonra karar vereceğim.

konsey

Resim
bir alışveriş merkezinin yemek katında ve saat on buçukta hayatımı, geleceğimi oyluyorum. içimden çıkan türlü seslerin kullandığı bütün oylar her defasında eşit çıkıyor. beraberlik bir türlü bozulmuyor. ama her seferinde yalnız hissediyorum. son karar kaptana, yine bana kalıyor. 

eylül gelmiş neyime

Resim
parka geliyorum. ama diğerlerinin aksine ben yürüyemiyorum. rutubet hala canımı sıkıyor. nefesimi tıkıyor. algımı kapatıyor. emekli amcalar gibi bir gölgeye ilişiyorum. anlamını bilmediğim şarkılar dinliyorum. etrafa bakınıyorum. biraz rüzgar eserse çocuk gibi seviniyorum. sonra kulağıma çalınanlarla oyun hamuruyla oynar gibi oynuyorum. egzersiz aletleriyle güreşen şu iki adam mesela sıcakta hem konuşup hem boğuşuyorlar. diyor ki bir tanesi; - eşfak  abi zamanında bedavaydı. almadık bi’yazlık abi. ama ben hep bir yerde durmayı da sevmiyorum.  şeyimde yok anlıyor musun? - fıtratında - hah yaşa! fıtratımda yok. ben gezeceğim abi. 

sıfır noktası

Resim
denize sıfır noktası. hangi yönden estiğini bilmediğim rüzgar iyot kokusunu tüm hücrelerime dılduruyor. depoluyor adeta. lakin uçucu bir gaz gibi yitip gidecek tüm bu kokular, duygular. bunu bilmenin hüznü mü yoksa aradığımı mı bulamamanın kederi mi içimdeki üç günlük sıkıntı? kurulmuş bir oyuncak ya da programlanmış robot gibi her gün denize gir çık, bahçede çekirdek çitleyip kitap okumakla geçen birbirinin aynı günler. bir tek işte denizin içinde kulaç atarken ya da denizin şefkatli kollarında hareketsiz yatarken iyi oluyorsun. hiç bir şey umrunda olmuyor. huzurla mutluluk karışımı bir duygu içinde dolanıyor. ama işte her vakit, her saatte denizin içinde olamıyorsun.

tahammülsüzleştim - 2

Resim
insancıkların kör gözün parmağına seni yok sayarak ama aptal yerine de koyarak irili ufaklı şark kurnazlıklarına, bulunduğu ortamda (denizde, sitede, kafede) kendisinden başkası yokmuş gürültücü, sulu, umursamaz, bencil ve davar tavırlarına, küçük iyiliklere elle, kafayla yahut minik bir tebessümle karşılık vermek yerine robot gibi yoluna gidenlere, etrafı kirletenlere -ve artık buna ses çıkarmayanlara- bir kereden bir şey olmazcılara, yazlık yer nasılsa deyip dumanına ayrı kokusuna ayrı küfür ettiren, balkonda oturtmayan mangalcılara karşı aşırı tahammülsüzüm. yay gibi gerginim. orhan boran gibi hazır cevabım ibrahim. tahammülsüzleştim-1

oyun

Resim
kırk derece temmuzunda oturmuş oyun oynuyor amcalar. toplamda yedi masalar. birinde okey oynuyorlar. diğer altısında kağıt oyunu dönüyor. batak, ellibir, pişti. karşı masada, yelpaze gibi açtığı kağıtlarla sıranın kendisine gelmesini bekleyen gözlüklü, beyaz tişörtlü bir abiyi beni izlerken yakaladım. ona baktığımı görünce gözlerini kaçırdı suçlu suçlu. her masada en az bir yancı var. söz verilirse konuşuyorlar. ayrıca beş dakikada bir yeni müdavimler geliyor ortama. ya dördüncüyü bulup yeni masa açmak ya da masalara yancı olmak için. mekanda bir masada tek başına oturan ben varım. şehre yeni gelen yabancı misali. oysa plajda yemek için bir kaç para yiyecek hazırlatmak tek amacım. bilmiyorlar. kırk derece sıcağında çift bazen şen kahkahalar. bazen sinirli sitemler. soğumamış küfürler. eli kaybetmenin verdiği bahaneye sığınmalar. okey, papaz, pişti. vişne çürüğü masa örtüsüne sert vuruşlar. arada yan gözle bana bakıyorlar. ben de hayretle onları izliyorum. neden sonra mekanın sahibi gel

hep aynı

Resim
hep aynı insanlar. hep aynı araçlarla hep aynı saatte denize gidiyorlar. her gün. her gün. sıkılmıyorlar mı hiç? sonra düşündüm aşağı yukarı ben de hep aynı saatlerde gidip dönüyordum. sıkılmıyor muydum? bazen, hem de nasıl. ama istanbul’un nemini, kirini ve gürültüsünü çekeceğime denize girer çıkarım dedim. denize gider gelirim. yorulurum belki ama o tuzlu su yok mu? o tuzlu, mavi su. şifa ötesi benim için. beni yakından tanıyanlar annen göbeğini denize mi attı senin? diyorlar gülerek. ben de gülüyorum. ama anneme de sormuyorum. hep aynı saatte farklı sahillere gidiyorum. her gün. her gün.. 

son iyilik

Resim
felaket tellalı gibi çalışan haberleri dinleyip orantısız benzetmelerimi duydukça şu an esen rüzgarın bize son bir iyilik yaptığı düşüncesine sahip oluyorum. yine ve hakeza; akşamın alacasında balık avlamaya çalışan ergenlerin, elinde bim poşeti çöp dökmeye giden emekli amcaların, her akşam siteye üç beş dakikada olsa klarnet resitali sunan görünmez abi ya da ablanın gelmekte olan sıcaklarla benim kadar alakadar olmadığını düşünüyorum. sanki bir ben, bir de yanıp sönen site bahçesinin titrek lambası bu kadar dertliyiz. bizim dışımızda herkes rahat herkes işinde gücünde ekmeğinin derdinde gibi. kimse adını anmak istemediği ölümcül bir hastalık gibi yahut yemin etmişçesine sözünü dahi etmiyor. hatta düşüncesini bile aklından geçirmiyor. konuşulan mevzular; karpuz kaçaymış? ekmekler taze miymiş? su soğuk muymuş? senin kız ne vakit doğuracakmış zehra? halbuki bu serin yaz rüzgarını çok arayacağız bir kaç güne çok. benden yazması.,

siyah kuzu

Resim
galler prensesini pek tanımazdım magazinsel haberler dışında. günahını, sevabını bilmem. ama güçlü, pozitif bir aurasının olduğunu söyleyebilirim uzaktan. bu sabah haberlerde işte; bilmem kaç yılındaki polo müsabakasında giydiği ve açık artırmaya çıkarılan kazağından bahsettiler. kuzu desenli, kırmızı beyaz kazaklı fotoğrafını gösterdiler.  bir kere şunu söyleyeyim; kırmızı diana’ya çok yakışıyor. sonra da ingilizlerin müthiş analizleri, teorileri sanki lost ya da dark dizisini çözümler gibi. efendim kazaktaki bir kuzu dışında tüm kuzular beyazken sahiden de o bir kuzu siyahtı. bunun mesaj olduğunu ve diana’nın kraliyet ailesindeki müthiş yalnızlığını simgelediğini söylüyor bir taraf. böyle kinayeli bir mesaj içermediğini söyleyen diğer taraf ise beyaz kuzuların yüce gönüllüğünü yansıttığını söylüyorlarmış falan.  öyle ya da böyle. aslında diyorum, hepimizin içinde bir siyah kuzu yaşıyor. bu ister yalnızlığımız ister huzursuzluğumuz olsun. içinde bulunduğu hayata, dünyaya yabancı. bir

zeytinyağı ve deniz kestanesi

Resim
her kahramanlığın bir bedeli vardır! benimkisi de deniz kestanesi batması oldu. detaya girmeye gerek yok. sonunda sevindiğim ama beni ciddi biçimde etkileyen bir olayın içinden ayak parmaklarımda beş adet kestane iğnesiyle çıktım. geçmiş yıllardan tecrübeliydim. ama olayın sıcaklığıyla kestane battığını anlamadım. farkına çok sonradan vardım. iğneler bayağı gömülmüş. en yakın hastane arabayla 45 dk uzakta. araştırdım. sirkeli sıcak suda 20 dakika bekletmek de sabunlu suyla yıkamak da fayda etmedi. zeytinyağı iyiymiş. hatta üniversitede kızların çıkma teklif etmesi gibi kendiliğinden çıkıp gidiyormuş. en yakın markete gidip en natürelinden ve sızmasından ve tabi ki en ucuzundan zeytinyağı aldım. kasadaki eleman zeytinyağının fiyatını görünce sesli söylendi. “ulan dedi bir kestane için en pahalı zeytinyağını almışım. ucuzu varmış ya” dedi yan kasadakine bakarak. ben de atladım hemen tabi. - işe yaradı mı bari? - 2-3 tanesini çıkardı abi deyince iade etmekten vazgeçtim. yutupta kanal d do

özhakiki dejavu

Resim
geçen yıl. bu zamanlar. temmuz. yine bir cumartesi sabahı. marketin açılmasını bekliyorum denizin içinde. dalgaların çıkardığı seslerini dinliyorum. iyot kokusunu içime çekiyorum. mavinin elli tonunu hafızama nakşediyorum. kaynağı belli olmayan su usul usul akıyor. fotoğrafını çekiyorum yine. bilinçli bir dejavu yaşatıyorum kendime.

asabiyiz çünkü var bi’mazeretimiz

Resim
erkekler daha çok sinirli sanki bu kırk derece temmuzunda. babalar, dedeler ve oğullar. erkekler zaten öfkeli!  haydi diyor “piştim arabada ne oyalanıyorsunuz daha” bir büyükbaba torunuyla ön koltukta oturmuş hanımıyla kızını beklerken. sonra bir baba denizde ergen oğlunun kafasına paletlerle vuruyor şakayla karışık. kızmış bir şeye. ama neye belli değil. “vurma kafasina rifat” diyor yabancı gelin. kafasina vürma. bir şemsiye, iki kamp sandalyesini sol omzuna yüklemiş sağında plaj çantası, kan ter içinde sanki içinden de saydırarak yürüyor gri tişörtlü ağbi. arkasında hanımı mavi bikinisinin üzerine giydiği kimonosu ve elinde beş yaşlarındaki oğluyla podyumda salınır gibi yürüyor liman yolunda. bense çaya bir ayda ikinci zammı yapanlara, çocuklarına çikolata bisküvi verip çöpünü nereye atacaklarını eğitmeyen belli ki kendi de eğitilmemiş sahili ve denizi el birliğiyle kirleten kifayetsiz muhterislere kızıyorum, asabiyet yapıyorum bu kırk derece kaynarında. ama çayımı demliyorum, ilk yu

sahilde kafka bahçede dostoyevski

Resim
insan beyni bir acayip. ya da sadece benimkisi sevgili ibrahim. olay şu; kablosuz kulaklıklar zararlıymış. çok fazla radyasyon yayıyormuş. uzun süre kullanılmamalıymış falan. geçenlerde bir yakınım tekrar etti. aman dikkat falan filan. kırk kere söylenmedi ama yine de kalıcı bir etki yarattı bu kamu spotları bende. şöyle ki; sahilde kablosuz kulaklık kullanıyorum. bahçede çay içip kitap okurken kablolu. kendi göYnümü mü yoksa ellerin gönlünü mü eyliyorum. bilemiyorum. lakin çatım birip de yeni çay doldururken çok zorluyor bu kablolu, ibrahim. çok!

giz

Resim
şimdi size bir sırrımı vereceğim. ve bu sır olmaktan çıkacak,  ha kahir ekseriniz önce çok meraklanacak acaba mithad efendi gene ne yumurtlayacak diyecek içinden. ama ve lakin; sırrımı öğrenince kiminiz burun kıvırıp kiminiz dudak bükecek. hı! sır dediğin bu muymuş? diyecek. küçümseyecek. yürü git işine mithad deyip kızacak hatta. çok azınız -ki onlar da asla müziksiz olmaz diyengiller- ben zaten biliyorum ki diyecekler. onların da çok az bir kısmı belki bir kişi aa bilmiyordum. iyi oldu bu diyecek. ben tabi bunları bilmeyeceğim. sadece tahmin yürüteceğim. belki çoğunda da yanılacağım. ama birazdan söyleceğim sırrımı her pazartesi yapmaya devam edeceğim. ve benim gibi bir ayin ya da merasim yapar gibi her hafta bu eylemi gerçekleştirenlerle müzik kardeşi olduğumu düşüneceğim.  sır mı? her pazartesi spotify’da yenilenen haftalık keşif listesini baştan sona dinliyorum. ve bloga koyduğum şarkıların yüzde seksenini buradan seçiyorum. işte bu haftanın şarkısı; chien noir - lumiere bleue

wonderful life

Resim
its e vandırful vandırfıl layf diyor kethie meluda sabahın sekizinde. ben nereye, kime küfredeceğimi bilemiyorum. buraya yazamayacağım ve yazmak istemediğim cümleler içimde bir yerlerde patlıyor. bu sefer son dediğim kaçıncı haykırışımdı oysa. ama bu sefer son. ve neyse ki rüzgar serin serin esiyor canım viktor. yoksa ….. olmak içten bile değil sözünü tamlayacak fena kelimelerim var zulada. fena.

kerberizm and wimbledon and alcaraz

Resim
vinbıldın başlamış. trtspor’da şilili jery ile ispanyol carlos alcaraz’ı izliyordum. tvyi açar açmaz jery’nin bir hareketine tilt olup otomatikman alcaraz taraftarı oldum. kısa topsever alcaraz da anasının gözü çıktı ha. cevval bir oğlan. bekentler forentler fena. çok fena.  1-1 devam eden setlerde, 4-1 alcaraz’ın oyun üstünlüğünde yayını trtspor.com.tr’ye attılar. ev sahibimin televizyonunda o kanal yoktu telefondan da izlemek istemedim. 9 yaz öncesine bana tenisi sevdiren kadına gittim. şimdi ne yapar ne eder bilmem. söz vermiştim oysa takipçisi olacaktım. gerçi kort tenisi denince hala angelique kerber geliyorsa aklıma çok da vefasızlık etmiş sayılmam sanırım. . foto: tennisnet.com

denizde ve karada

Resim
kocalar, bütün hınçlarıyla kumu kazıp 210luk plaj şemsiyelerini sağlam kazığa oturtmaya çalışıyorlar. kadınlar, otuz faktör güneş kremini sürünürken bir yandan kocalarıyla gurur duyuyorlar. çocuklar, etlerinden et koparıyorlarmış gibi çığlıklar atıyorlar. ellerde şemsiyeler, omuzlarda sandalyeler karınca gibi bir sağa bir sola hareket halindeler.  tüm bunlara karşın mavi deniz sakin. deniz kuşatıcı. deniz bıyık altından gülümsemeci. insanoğlunun bu telaşına, dağınıklığına ve yaygaracılığına hem şaşkın, hem üzgün. karada, sivas kangalından hallice karabaş köpeği önlerine konan yemeğe ortak olmak isteyen hafif siklet tony’e hırlıyor. uzak tutıyor. oysa kendi de kyemiyor. karnı tok. onlara yemek verenler az evvel çim biçme makinesine benzer aletle çift sürdürdükleri küçük bahçelerine kendi domates biberlerini ekmek için belliyorlar. yabani otları temizliyorlar. adam artık hep burdaymış. yeni emekli olmuş. dünden beri bahçede çalıştı da çalıştı. yer parkelerini sildi. duvar çitlerini onard

benedetti’nin molası ve mithad selim’in yorumhanesi

Resim
mustafa çiftçi’nin bozkırda altmış altı’sı bitti. mario benedetti’nin günlük biçiminde yazılmış ilginç romanının henüz başındayım. ama tıpkı pessoa’nın huzursuz soares’i gibi bir kaç aya emekli olacak muhasebeci martin’le de benzeş yanlar bulup özdeşleşiyorum. triplere giriyorum falan.  kitap bitince kıyılar mutedil’de detaylı yazarım belki. ama asıl demek istediğim bizim emekli martin’i okurken kıyılar mutedil’de tesafüfen açılıp tekrar kapatmadığım yorumhane için gelen yorumlardan sonra kitabı okurken düşündüm. tamam yorumlar yanlışlıkla açıldığı gibi tekrar kapatabilirdim de. ama yapmadım. tekdüze geçen ve hala alışamadığım emeklilik günlerine renk gelsin, hareket olsun kireçlenme olmasın diye sanırım. hakeza inanmasam da demokrasi faktörü var bir de. her vakit var olan kapatmak için oluşan sebeplerimin bu kez açmak için olanlardan kıl payı da olsa sayıca az olunca koy verdum gitti kazım koyuncu gibi. ha şimdi denilebilir ki o vakit bu ne perhiz bu ne lahana turşusu. orasının yorumu

triatlon

Resim
triatlon derler üçlü bir yarış. 35 derece temmuzunda. gencecik çocuklar diller bir karış dışarıda. çölde su arar gibiler. bir jandarma eri. tam kamuflaj giyinmiş o da yaz sıcağında. yazık! üç kırmızı dubayla yolu kapamış. her zaman gittiğim sahile gidemiyorum.  yasak diyor beyim. bugün yarış var.  peki nasıl ineceğim sahile? arka yolu gösteriyor.  teşekkür ediyorum. iyi günler diyor.  sahil bugün kaba dalgalı. deniz hırçın. rüzgar üç ila beş kuvvetinde. yer yer keşişlemeden. dalga boyu 0,5-1 metre. ama vuslatıma mani değil. 

değişim

Resim
değişiyor her şey. herkes. zaman. mekan. hayatın bizatihi kendisi. değişmeyen değişimin kendisidir diyenlere selam olsun. birbirinin kopyası gibi duran, aynı gözüken günler de işler de işyerleri de değişik. hatta biraz da yabancı bana şimdi.  her zamanki gibi karganın kahvaltısından önce geldim ofise. çayı koydum. demlenmesini beklerken radyoyu açtım. anlamını bilmediğim şarkılar çalarken baştan aşağı kapalı, soluk gri perdelerden gözüken semtin silüetine bakıyorum. bir hayalete bakıyor gibiyim. tek tük uçan martılar. korna sesleri. ışıksız aydınlatma direkleri. daha yukarılarda yüksek gerilim hatları. onların üstünde bembeyaz bulutlar, varla yok arasındalar. elimi uzatsam tutamam. sıradan yaz günleri gibi ilk bakışta. uykunun tam alınmadığı, ayakların sürünerek gelindiği her zamanki gibi sıcak bir mesai sabahı. ama öyle değil aslında. eskiden yani tam on bir yıl önce, haftanın beş günü bilfiil geldiğim bu yere artık haftada bir geliyorum. hem tanıdık hem yabancı geliyor bazen. karışık

üç temmuz

Resim
akşam. 20:59. balkondayım. bir uzaklara, denizden yana bakıyorum. bir inşaatın tepesindeki küçük küçük adımlayan kuşlara. adanın ışıkları ege’deki kıyı kasabalarınki gibi mavi fonda sarı sarı göz kırpıyorlar. kuşlar daha yavru. uçuş denemelerinden önceki son adımlamalarını yapıyorlar. dünkü muhteşem dolunay yok. hatta ortada ay falan yok. ama şimdi tatlı tatlı esen rüzgar bugünün en şahane hareketi olarak kayıtlara geçiyor. yarın allah kerim..

kurtar bizi baba!

Resim
bu ülkede doğrular hep söylenir hep konuşulur ama hiç yapılmaz. çünkü bu ülke; dün dündür bugün bugündürlerin ülkesidir. verdimse ben verdimlerin ülkesidir. anayasayı bir bir kere delmekle bir şey olmazların ülkesidir. az evvel instagramda 5 n 1 k’nın efendisi cüneyt özdemir’in programına katılan rahmetli recep yazıcıoğlu’nun sözlerini dinledim. mideme kramplar girdi, aklım karıncalandı, dişlerim gıcırdadı. lakin sadece üzülmekle yetindim. çünkü adam haklıydı. çok haklıydı. yıllar yıllar evvel söyledikleri aynıydı. hiç bir şey değişmiyordu hükümetler haricinde. gerçi şimdi o da değişmiyor. bir masalın peşinde sürükleniyoruz. yazıcıoğlu’nun da dediği gibi halk çünkü bir kurtarıcı bekliyor. kılını kıpırdatmıyor. talep etmiyor. demokrasiyi, hukuku kendine göre yontuyor. bana dokunmayan bin yıl yaşasın diyor. ben maaşımı dolarla almıyorum ki diyor. diyor da diyor. ben niye dertleniyorsam. istanbul’un yeterince nemi var zaten. hak ettiğimiz gibi yaşıyoruz işte.. 

taşraya övgü, şehir kurnazlığına sövgü

Resim
büyükşehrin bu taşra sakinliğine bayılıyorum. beş altı gündür gitmenin azap olduğu yerlere arabayla iki dakikada varmak, market ve alışveriş merkezlerindeki sakinlik, sokaklardaki terk edilmişlik hissi diyorum paha biçilmez. çok değil bir iki gün sonra kalanlar olarak uyanacağız bu tatlı rüyadan. keşke hiç bitmeseydi diyeceğiz. gidenlerle de gitmeyenlerle de bu dokuz günlük fakir saltanatının muhabbetini edeceğiz. sonra yine büyükşehir telaşına düşeceğiz. ama biz şehirde kalanlara üçüncü sınıf vatandaş muamelesi çekenleri iyi anmayacağız. her daim taze meyve sebzesi eksik olmayan hipermarketlerin boş vermişlşğini mesela. yahut yemek katında klimaları açıp diğer bölümlerde açmayan avm’leri falan yazacağız kara listeye. sonra her şeyi unuttuğumuz gibi bunu da unutacağız. devran dönecek. su yolunu bulacak. yazılar yazılacak. kitaplar okunacak. hayaller kurulacak. yıl bitecek. yıl başlayacak. sıcaktan, nemden ve kalabalıktan şikayet edilecek. o küçük hayat özlemi hep devam edecek.

öpçe sadi

Resim
ben kucağımda asılı duran kitapla öpçe sadi’ye üzülürken bembeyaz bir martı gibi süzülen devasa bir uçak büyük gürültüyle üzerimden geçti. güneybatı yönünde giden uçağın varış noktası hakkında tahmin yürütmeye çalışırken kulağımda anlamını bilmediğim hüzünlü bir şarkının çaldığına da o vakit uyandım.  peki öpçe sadi kimdi? altı yıl aradan sonra yeniden okuduğum mustafa çiftçi’nin bozkırda 66 kitabının üçüncü hikayesinin baş karakteriydi. çiftçi’nin handan yeşili’de güzeldi ama ensesi sararmış adamlar hikayesi farklı vurdu beni. öyleki  eşinin ölümünden sonra toparlayamayan profesör namı diğer çıbık haydar ölecek diye beklerken küt diye çocukluk arkadaşı taksici sadi gitti. hem de ne gidiş. kursağa bir yumru bırakıp göz pınarlarını dolduran bir gidiş. oysa çok az kitap, çok az yazılı hikaye beni bu denli etkilemiştir. filmlerdeki görsellik sayesinde duygulanma eşiğim daha düşüktür. ama çiftçi’nin bu hikayesi. dedim ya farklı vurdu beni.  yıllar sonra bir araya gelen iki eski arkadaş; ta

bayram tebriği

Resim
  "mübarek, daha yaşınız genç. neden işten ayrıldınız?" dedi bayram tebriğime yine içtenlikli bayram temennisi ekledikten hemen sonra. ama ben 'diyemedim' zafer peker gibi! üstadım, içi de dışı da beni yakar. sadece gülümsemekle yetindim.. .  altı yıldır tanışırız kendisiyle. ayrıldığım şirketin danışmanıdır. benden de bir kaç yaş büyüktür. yüz yüze bir kez görüşebildik. mesafe yüzünden işlerimizi hep telefonla hallettik. sık sık görüşmelerimiz neticesindeki kanaatim; son derece beyefendi, işinde olduğu gibi cemiyet hayatında da bilgili ve görgülü insan olduğu. muadillerininki gibi kibri ve ukalalığı yoktur meslektaşlarına karşı. hakeza, bilmediği konularda da  günümüz insanının kolaycılığına kaçıp hallederiz, yaparız demeden ben bir araştırıp size döneyim der. ve sözünü de tutar. mutlaka geri bildirimde bulunur. son tahlilde; hala her konuşmamızda bana, bu işten ayrılma mevzuunda tatlı tatlı sitemlerini iletir. bense sadece şartlar denen vahim şeyi öne sürerim. yorg

ner'de o eski bayram yazıları

Resim
bugün doğru dürüst bir işin ucundan tutmadım. ama çok acayip yoruldum. sonra tuttum eski bayram yazılarımı okudum. en beğendiğim ise şu oldu ; bayram demişken eski günleri özlüyorum. bayramdan bir hafta-on gün önce şehrin en işlek meydanlarına kurulan tebrik kartı stantlarını mesela. sonra bayram kurbansa koçlu, ramazansa şekerli yahut manzaralı kartlar alıp en içten dileklerimizle kutladığımız yakınlarımızın bayramını sağlıklı ve mutlu geçirmesini temenni etmeyi çok özledim. 

kimlik siyaseti

Resim
dün film izlemek için girdiğim mubi bir anket dayadı burnuma. normalde uğraşmazdım. ama bedava sirke baldan tatlıdır hesabı ucunda bir yıllık beleş mubi üyeliği olunca üşenmedim. cevapladım soruları. soruların birinde “filmler kimliğimi yansıtıyor” mealinde bir önerme ve peşinde de papatya falı gibi uzayan, kesin katılıyorum, katılıyorum kararsızım katılmıyorum hiç katılmıyorum seçenekleri vardı. ben tabi ki katılmıyordum. tamam film izlemeyi seviyordum. lakin hayatımın mütemmimcüzlerinden değildi. olsa da olurdu olmasa da. iki üç ay film izlemeden durabilirdim mesela. ama ve fakat 2-3 saat müziksiz duramazdım. dolayısıyla sanat üzerinden bir “kimlik siyaseti yapılacaksa” kendimi tanımlamak için müziği tercih ederdim. ve her ne kadar kimlik kartımla atalarım doğum bölgesi olarak karadeniz’in yüksek rakımlarını gösterse de ruhumun bir parçasının balkan coğrafyasında olduğundan eminim. dolayısıyla en hareketlisinde bile bir tutamına rastlamanın mümkün olduğu balkan şarkılarındaki hüzün i

olağan şüpheliler

Resim
üçüncü kupa çayımı balkonda içtim. emrah serbes’in peron 17 isimli fantastik öyküsünü de orada okuyup kitabı kapadım. akabinde geçtiğimiz gün kapanış haberini üzüntüyle öğrendiğimiz parşömen edebiyat’ın feedly'de biriken yazılarına baktım. kum beji isimli güzel sayılabilecek bir hikayeyi yarım bıraktım. sonra durdum öyle. oturduğumdan beri her rüzgar esişinde burnuma çalınan ıslak bez kokusunun kaynağını aramaya başladım. sağımda, kapının dibinde duran paspas olağan ve baş şüpheliydi. lakin balkonun en ölü noktasındaydı ve rüzgarın oraya ulaşıp bumerang etkisiyle tekrar bana gelmesi fizik kurallarına da hayatın olağan akışına da aykırıydı. dolayısıyla balkon askılığındaki ikincil şüphelilere, sabah asılmış bir kaç çamaşıra odaklandım. fakat onlarda yeni üstelik en pahalı deterjanla yıkanmışlardı. peki o zaman bu koku nereden geliyordu. solumdan. iki daire arasındaki apartman boşluğundan. peki ya bu çürümüşlük hissi?

başlarken

Resim
bir söyleşide dinlemiştim. haldun taner, ferhan şensoy'a; "nasıl ki bir bakkal, bir kasap yahut pastacı her sabah erkenden dükkanını açıyorsa mesleği yazarlık olan benim de dükkanımı açıp her sabah bir şeyler yazmam gerek " demiş. her gün ya da her sabah yazmak. ne olduğuna bakmadan, belki düşünmeden mantık süzgecinden geçirmeden belli bir konuda ya da konu olmadan, az çok demeden, beğenilme kaygısı gütmeden, şarkı ya da fotoğraf ekleme telaşına düşmeden sadece devrik cümlelerim ve ben. tıpkı şu an yaptığım gibi aklıma ilk üşüşenleri herhangi bir sansürden geçirmeden  adını ömer edip cansever'in alev ebüziya'ya yazdığı mektupların kitaplaşmış toplamından alan bu bloga yazmak. kişisel tarihime not düşmek. bazen kendi doğrularımı bulmak belki bir gün geri dönüp okumak için her gün. her sabah. yahut aklıma gelen her vakit yazmak. sadece yazmak diyorum.. o halde başlayalım.